Tasarım: ??????????????????
   
 
  REQUIEM FOR A DREAM

                  MUTLAKA İZLEMELİSİNİZ


 

 

Hubert Selby’nin romanından uyarlanan Requiem For a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt), Darren Aronofsky’nin kendine has görselliğiyle bağımlılığı anlatığı bir sinema şaheseridir.

Çeşitli uyuşturucu maddeler peşinde hayatları mahvolan gençleri, yaşlılığın ve yalnızlığın verdiği bunalımla televizyonun esiri olan bir kadını konu edinir. Aslında “Bir Rüya İçin Ağıt” sadece bağımlılıkların insan hayatını ne denli etkilediğini göstermeye çalışır. Uyuşturucu, medya, televizyon, yemek, anne sevgisi gibi insanın farkında olmadan bağımlısı olduğu şeylerin…

Darren Aronofsky’nin kendine özgü çekimleriyle bir kült haline gelmiş bir filminde, flashbacklerin, bir sahnenin hayal olduğunu anlatan yeniden çekim gibi sahnelerin etkisiyle, acaba düşündüğünü yapsaydı ne olurdu dedirtiyor insana...

Filmdeki ‘geçiş’lerin sayısıysa normal bir filmden oldukça fazla... Özellikle uyuşturucunun alındığı sahnelerde hızlı hızlı geçen kareleri her seferinde gözümüzü bile kırpmadan izleriz. Ekranı ikiye bölen sahnelerde değişik açılarla değişik düşüncelere yelken açarız. Trip anlarında hızlı çekimlerin kullanılması ise yaşanılanın daha da iyi hissedilmesini sağlar ve ister istemez filmin her anında empati kurmaya başlarız.

Marion (Jennifer Connaly), ailesinden bahsederken kendisine verilenin yalnızca para olduğunu söylerken içindeki derin yarayı hissedersiniz...

Yalnız kalmış, yaşlanmış ve bu durumu kabul etmekte zorlanan bunalımlı haliyle karşımıza çıkan Ellen Burstyn film boyunca sizi büyüleyebilir. Sara Goldfarb rolüyle hayata yüklediği anlamları yitirmiştir. Her şey sıfırlanmıştır sanki ve yeniden bir anlamlandırma sürecindeyken ona en yakın olan şeyden etkilenir; yani cevabı televizyonda bulur.

Sara için, televizyonda bir yarışmaya çıkabilme umudu yeni yaşam kaynağıdır ama oraya çıkmadan önce zayıflamalı ve ‘kırmızı elbise’sine girebilmelidir. İşte tek yaşam kaynağına tutunmak isteyen bu yaşlı kadın asıl yaşam kaynağı olan yiyecekleri reddeder ve açlık hissini yok eden haplar kullanmaya başlar. Sonrasında şiddetli sanrılar görmeye başlar yaşlı kadın. Buzdolabından korkar olur. Televizyonda sürekli kendini görmeye başlar; üstelik çok da güzeldir elbisesinin içinde.

Sokaklarda uyuşturucu satışlarının durmasıyla ellerinde kalanla yetinmek zorunda olan iki sevgili (Marion ve Harry) ve arkadaşları (Tyrone) krizler geçirmeye başlarlar. Daha sonra fiyatı iyice artan uyuşturucuya sahip olmak için başka çaresi olmadığı düşünen kız bedenini dahi satmak zorunda hisseder kendini... Eve döndüğünde sessiz ve çaresiz onu bekleyen sevgilisinin yanına ona temas etmeyecek şekilde oturur. İkisi de ne konuşabilirler ne birbirlerine dokunabilirler. Bu da rüyalar için yakılmış sessiz bir ağıttır aslında.

Harry ve Tyrone uyuşturucu bulabilmek için yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki Florida’ya doğru yola koyulurlar. Marion, uyuşturucu karşılığında kadınlarla birlikte olan adama gider. Sara dışarı çıkar televizyona çıkacağını vaat eden programın binasına doğru. Oradan da hastaneye gider; fakat bunun farkında bile değildir.

Filmin en can alıcı sahneleri arka arkaya gelmektedir son bölümde. Harry’nin yaralı koluna iğneyi bastığı sahne unutulmaz bir sahnedir. Marion’un uyuşturucu partisine gitmeye karar verdikten sonra Harry ile telefonla konuşurlar, her ikisi de telefon kulaklarında ağlamaktadırlar ve Marion o sırada Harry’e sorduğu o soruyla dokunur insana: “Bugün gelebilir misin?”.

Herkes en kötü anlarını yaşamaktadır filmin son bölümde, sizin bile içinizden tüm umutlarınızı vakumlayacak bir filmdir işte bu. Kullandığı renk tonlarıyla, gittikçe ağırlaşan havasıyla tabir-i caizse “boğucu” bir filmdir ve izlediğiniz gün boyunca kendinize gelemezsiniz. Darren Aronofsky ise bu herkesi derinden etkileyen, insanların tanımlamaya çalışırken onlarca kelime sarfettiği filmini bir cümleyle tanımlamıştır: “Bağımlılığın insan ruhu üzerindeki zaferi!”

Filmin sonunda kaybedilmeyen ne bir kol ne masumiyet ne bir umut ne sevgi ne hayat kalmıştır.

Film boyunca kırmızı rengi yalnızca Sara'nın elbisesinde kullanılmıştır. Bu da rengin etkisini artırmak için yapılmış önemli bir ayrıntıdır. Ayrıca filmde son sahnelerde gülen gardiyan olarak kısa bir süreliğine Hubert Selby’yi görürüz. Burada onun yarattığı karakterlere güldüğünü de düşünebiliriz.

Tüm sahnelerde en derinlerimize kadar etkilenişimizin yönetmenin ustalığından kaynaklanmasının yanında Clint Mansell tarafından yapılmış müziklerin de etkisi çok büyüktür. Öyle ki filmi izledikten çok sonra bile müziği dinleseniz bir umutsuzluk, çaresizlik hissiyle sarılırsınız.

Film üç bölümden oluşmaktadır: Önce her şeyin güzel olduğu “yaz”, sonra tepe taklak gelinen “sonbahar” (ki İngilizcede ‘fall’ olarak söylenen bu kelime aynı zamanda ‘düşmek’ anlamına da gelmektedir.) ve en derinlere düşülen bu bölümden sonra da o derinlerde yaşamaya devam etmeye çalışan bu insanların son çaresizliklerini ve son kayıplarını gördüğümüz “kış” bölümü gelir.

Son sahnelerinde tüm karakterler ayrı yerlerde geçmişin özlemiyle cenin pozisyonunu alırken, bizler dünyaya neden geldiğimizi bir kez daha sorgulamaya başlarız...

Yine de hayatta olmanın bir getirisidir bu belki de ve filmin sonunda ekranda yazılar akarken biz ‘ilkbahar’ın gelmesini bekleriz.

 

 
..:: EĞİTİM HABERLERİ ::..
 
..:: HABERLER ::..
 
 
Seninle birlikte toplam 42260 ziyaretçim oldu. Benle mi? deme. Evet senle..
Tasarım: ?????????????????? Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol